Articles




Âşûrâ gününü kutlamanın veya bu günde yas ve matem törenleri


düzenlemenin hükmü





Bazı insanların, göze sürme çekmek,boy abdesti almak, kına yakmak ve tokalaşmak,


yemek pişirmek ve sevinç duymak gibi Âşûrâ gününde yapmakta oldukları şeylerin hükmü


nedir?


Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'den bu konuda herhangi bir sahih hadis


gelmiş midir?


Eğer Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'den bu konuda herhangi bir sahih


hadis gelmemiş ise, bu yapılanlar bid'at mıdır?


Mâtem, hüzün ve susuz kalma, ölünün ardından ağıt yakma ve yakaları yırtma gibi


başka bir tâifenin bu günde yapmakta oldukları fiillerin dînde aslı var mıdır?


Cevap:


Hamd, yalnızca Allah'adır.


Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye'ye -Allah ona rahmet etsin- bu sorulmuş, bunun üzerine


o şöyle cevap vermiştir:


"Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.Ne Peygamber -sallallahu aleyhi ve


sellem-'den, ne de ashâbından bu konuda sahih bir şey rivâyet olmuş, ne dört mezhep


imamı, ne başka âlimler bunu müstehap saymışlar, ne de mutemet hadis kitaplarının


sahiplerinden hiç kimse, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'den veya sahâbeden


veyahut da tâbiînden bu konuda sahih olsun, zayıf olsun, ne sahih hadis kitaplarında, ne


sünenlerde,ne de müsnetlerde bir şey rivâyet etmiştir.Fazîletli üç dönemde bu hadislerden


hiçbir şey bilinmemektedir.Fakat bazı sonradan gelen âlimler, bu konuda şu hadisleri


rivâyet etmişlerdir.





"Kim Âşûrâ günü gözlerine sürme çekerse, o yıl gözleri iltihap olmaz."􀀃􀀃􀀃





"Kim Âşûrâ günü boy abdesti alırsa (yıkanırsa), o yıl hastalanmaz."


Buna benzer (uydurma) hadisler...


- Âşûrâ günü namazının fazîletleri hakkında birtakım hadisler rivâyet etmişlerdir.


٤


- Âdem -aleyhisselâm-'ın tevbesinin Âşûrâ günü kabul olduğu konusunda birtakım


hadisler rivâyet etmişlerdir.


-Nuh -aleyhisselâm-'ın gemisinin, Cudî dağının üzerine Âşûrâ günü yerleştiği


konusunda birtakım hadisler rivâyet etmişlerdir.


- Yusuf -aleyhisselâm-'ın, Yakub -aleyhisselâm-'a Âşûrâ günü cevap verdiği


konusunda birtakım hadisler rivâyet etmişlerdir.


- İbrahim -aleyhisselâm-'ın, ateşten Âşûrâ günü kurtarıldığı konusunda birtakım


hadisler rivâyet etmişlerdir.


İsmail -aleyhisselâm-'ın bir koç ile kurban edilmekten Âşûrâ günü kurtarıldığı


konusunda birtakım hadisler rivâyet etmişlerdir.


Yine, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'e yalan ve iftira sayılan şu hadisi


rivâyet etmişlerdir:





"Kim Âşûrâ günü âile halkına çokça infakta bulunursa (âile halkının nafakasını geniş


tutarsa), Allah da senenin diğer günlerinde onun nafakasını geniş tutar (bol rızık verir)."


(Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye -Allah ona rahmet etsin- Irak topraklarındaki Kufe'de


bulunan iki sapık tâifenin Âşûrâ gününü kendi bid'atları için bayram edinmeleri hakkında


devamla şöyle demiştir:)


"Râfizîler, Ehl-i Beyt'e sevgi ve muhabbetlerini gösterirler.Bu tâife, bâtında ya inkârcı


ve zındık kimselerdir ya da câhil, hevâ ve hevesine uyan kimselerdir. Nâsıbî bir tâife de,


fitne sebebiyle aralarında geçen savaştan dolayı Ali b. Ebî Tâlib'e ve ashâbına -Allah


ondan râzı olsun- buğzetmektedirler.


Nitekim İbn-i Ömer'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, o şöyle


demiştir:





"Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki: Sakîf kabilesinden (kendisine


vahiy geldiğini iddiâ eden) yalancı peygamber ve insanlar arasında fesadı yayıp onları


yok eden (öldüren) olacaktır."1


Yalancı peygamber, Sakîf kabilesinden Muhtar b. Ebî Ubeyd idi.Ehl-i Beyt'e sevgi ve


muhabbet beslediğini ve onları savunduğunu gösterirdi. Hüseyin b. Ali'yi -Allah ondan ve


babasından râzı olsun- öldüren orduyu hazırlayan Irak emiri Ubeydullah b. Ziyâd'ı


1 Müslim


٥


öldürmüştü. Daha sonra da peygamber olduğu yalanını yayıp peygamberlik iddiâsında


bulunmuş ve kendisine Cebrail -aleyhisselâm-'ın geldiğini (vahiy getirdiğini) söylemiştir.


Hatta Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas'a, Muhtar b. Ebî Ubeyd hakkında soru


sorulmuştu.


Nitekim onlardan birisine:


"Muhtar b. Ebî Ubeyd, kendisine vahiy indiğini iddiâ ediyor. Buna ne dersin? diye


sorduklarında o şöyle cevap vermiştir:


"Doğru söylemiştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:





"(Ey insanlar!) Şeytanların asıl kime indiğini size bildireyim mi? Onlar (şeytanlar),


(kâhin gibi) yalan ve iftiraya, günaha düşkün kimselere inerler."1


Diğer birisine:


"Muhtar b. Ebî Ubeyd, kendisine vahyedildiğini iddiâ etmektedir. Buna ne dersiniz?


Diye sorduklarında o şöyle cevap vermiştir:


"Doğru söylemiştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:





"Doğrusu, şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına telkinde


bulunurlar. Şayet onlara itaat ederseniz, şüphesiz ki siz de müşrikler olursunuz."2


Hadiste geçen (Mubîr); insanlar arasında fesadı yayıp onları yok eden (öldüren)


kimse, Sakîf kabilesinden Haccâc b. Yusuf'tur. Haccâc, Ali ve O'nun ashâbından ayrılmıştı.


Bundan dolayı Haccâc, Nâsıbîlerden3 idi. Birincisi (Muhtar b. Ebî Ubeyd) ise, Râfızî4 idi.


1 Şuara Sûresi: 221-222


2 En'âm Sûresi: 121


3􀀃Nâsıbîler veya Nevâsıb: Ali ve Ehl-i Beyt’e karşı düşmanlık besleyen, onlara dil uzatan, söz ve hareketleriyle onlara eziyet eden,


bununla da yetinmeyerek onların kâfir olduklarını söyleyip kanlarını akıtmayı helâl görenlerdir. Bunlar, Râfızîlerin karşıtlarıdırlar.


4􀀃 Râfizîler: Râfiza mezhebine mensup kimselerdir. Bunlar Şiânın aşırıları olup, Ebû Bekir ve Ömer’in halifeliğini kabul ettiği için Zeyd


b. Ali el-Hüseyin’i terk etmişler ve daha önce dedesinden yardımı esirgedikleri gibi, Kûfe’de yardımı ondan esirgemişlerdir. Böylece


onlara Râfiza denilmiştir. Bunlar Zeydiyye, İmâmiyye ve Keysâniyye olmak üzere üç gruba ayrılmışlardır. Bu üç grup da ayrıca kendi


aralarında pek çok gruba ayrılmışlardır. Râfiza kelimesi,bazı âlimler tarafından Şiâ anlamında kullanılmıştır. Akâid meselesinde Şiânın


çok azı Ehl-i sünnet’e olmak üzere, bir kısmı Müşebbihe’ye, bir kısmı da Mu’tezile’ye uyar. (M.Ş)


٦


Bu Râfızî (Muhtar b. Ebî Ubeyd), yalan, iftirâ ve dîndeki ilhâdı (inkârcılığı), daha


büyük idi. Çünkü Muhtar b. Ebî Ubeyd, peygamberlik iddiâsında bulunmuştu.


Kûfe'de şunlar ve bunlar arasında fitneler ve çarpışmalar vuku bulmuş, nitekim


Hüseyin b. Ali -Allah onlardan râzı olsun- zâlim ve haddi aşan bir tâife tarafından


öldürülmüş ve Allah Teâlâ, âile halkından olan Hamza, Câfer ve babası Ali'ye şehâdeti


nasip buyurduğu gibi, Hüseyin'e de şehâdeti nasip buyurmuştu.Hüseyin'in şehit olmasıyla


Allah Teâlâ onun makamını yüksetlmiş ve derecesini yüceltmiştir.Çünkü Hüseyin ve kardeşi


Hasan, cennet halkının gençlerinin efendileridir.Yüce makamlar, ancak belâ ve musibetlere


maruz kalmakla elde edilebilir.


Nitekim Mus'ab b. Sa'd, babasından rivâyet ettiğine göre o şöyle demiştir:





"Dedim ki:


- Ey Allah'ın elçisi! İnsanlar içerisinde en çok ve en zor imtihana çekilenler kimlerdir?


Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:


- Onlar, peygamberlerdir.Sonra salih kimselerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları


takip edenler, sonra onları takip edenlerdir (sevabı daha çok olsun diye, Allah'a daha


yakın olanın imtihanı daha çok ve daha zor olur).Kişi, (zayıf veya güçlü, noksan veya tam


olması bakımından) dînine göre imtihana çekilir (belâya maruz kalır). Eğer dîninde kuvvetli


ve çetin ise, imtihanı (göreceği belâ ve musibet) ağır olur. Eğer dîninde gevşek (ve zayıf)


ise, o oranda imtihan edilir. Belâ o kimseyi bırakıncaya kadar onu devamlı takip eder.


Nihayet kul, yeryüzünde hatası olmayacak halde yürür (belâlar, günahlarına keffâret


olur)."1


Hasan ve Hüseyin, Allah Teâlâ'dan yüce makama zaten daha önce nâil olmuşlardı.


Onların başlarına gelen belâ ve musibet, onlardan öncekilerin başlarına gelmemişti. Çünkü


Hasan ve Hüseyin, İslâm'ın güçlü olduğu dönemde dünyaya gelmişler, izzet ve şeref


içerisinde büyümüşlerdi. Müslümanlar, (konumlarından dolayı) onlara saygı duyarlar ve


değer verirlerdi. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- vefât ettiğinde Hasan ve Hüseyin


henüz çocuk yaşta idiler.Bu sebeple onların, kendilerinden daha fazîletli konumda olan âile


1 Tirmizî, İbn-i Mâce ve Ahmed


٧


halkından bazı kimselerin (Hamza, Câfer ve babaları Ali'nin şehit edilmeleri gibi) belâ ve


musibete maruz kalmaları, Allah Teâlâ'nın her ikisine bir nimeti olmuştur.Zirâ Ali b. Ebî Tâlib -


Allah ondan râzı olsun-, Hasan ve Hüseyin'den daha fazîletli olmasına rağmen şehit olarak


öldürülmüştür. Hüseyin'in öldürülmesi ise, insanlar arasında fitnelerin yaygınlaşmasına


neden olmuştur. Nitekim Osman'ın -Allah ondan râzı olsun- öldürülmesi, insanlar arasında


fitnelerin çıkmasının ve İslâm ümmetinin günümüze kadar parçalanmasının en büyük


nedenlerinden birisi olmuştur. Bunun içindir ki hadiste şöyle gelmiştir:





"Kim üç şeyden kurtulursa, kurtuluşa ermiş olur. (Peygamber -sallallahu aleyhi ve


sellem-) bu sözünü üç defa tekrar etti.


(Sahâbe):


- Onlar nelerdir ey Allah'ın elçisi? Diye sordular.


Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:


- Ölümümden, hakka sarılan ve hak üzere sabreden halifeyi öldürmekten ve


Deccal'in fitnesinden (kurtulan kimse, kurtuluşa ermiş olur)."1


(Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye -Allah ona rahmet etsin- ardından Hasan'ın hayatından


ve adâletinden bir bölümü zikrederek devamla şöyle demiştir:)


"Üstelik Hasan ölünce Allah Teâlâ'nın ikramına ve rızâsına nâil olmuştu. Bazı gruplar,


Hüseyin ile yazışıp kendisine yardım edeceklerine ve onunla birlikte savaşacaklarına dâir


söz verdiler.Ama onlar, bu işin ehli değillerdi.Aksine Hüseyin, onlara amcasının oğlunu


gönderdiği zaman sözlerinden döndüler, düşmanına karşı ona yardım edeceklerine ve onu


savunacaklarına, onunla birlikte savaşacaklarına dâir anlaşmayı bozdular.


İbn-i Abbas ve İbn-i Ömer -Allah onlardan râzı olsun- gibi, görüşüne itibar edilen ve


ehl-i beyti seven bazı kimseler, onların yanlarına gitmemesini ve onları kabul etmemesini


söylediler. Onların yanlarına gitmelerinin de hiçbir faydasının olmayacağı ve gittikleri


takdirde de bunun sonucunun hoşnutluk vermeyeceği görüşündeydiler.Nitekim sonuç, İbn-i


Abbas ve İbn-i Ömer gibi kimselerin dedikleri gibi oldu. Allah Teâlâ'nın ezelde takdir


olunan emri gerçekleşmiş, olanlar olmuştu. Hüseyin -Allah ondan râzı olsun- onlara doğru


yola çıktığında durumun değiştiğini görmüştü.


1 Ahmed


٨


Hüseyin -Allah ondan râzı olsun-, onlardan kendisini bırakıp dönmesini veya cihada


katılmasını veyahut da amcasının oğlu Yezid'e katılmasını istedi. Onlar ise, kendisini esir


almaktan başka hiçbir seçeneğine râzı olmayıp buna engel oldular.


Ardından ona savaş açtılar. Bunun üzerine Hüseyin de onlarla savaştı, fakat onlar


Hüseyin'i ve onunla beraber olan topluluğu, zulmederek şehid ettiler.


Böylece Allah Teâlâ, Hüseyin'e -Allah ondan râzı olsun- şehâdeti ikram etmiş ve


onu, temiz âile halkına (Ehl-i Beyt'e) ilhak etti.


Yine onlar, Hüseyin'i -Allah ondan râzı olsun- şehit olmakla birlikte kendisine


zulmeden ve haddi aşan kimseleri alçaltmış, insanlar arasında şerri (fitneyi) başlatmış


oldular.


Câhil ve zâlim olan bir tâife, ya inkârcı münâfık olduğu için, ya da sapık olduğu için,


Ehl-i Beyt'e sevgi ve muhabbetlerini göstererek Âşûrâ gününü, kendileri için mâtem, hüzün


ve ağıt yakma günü edinirler. Bu tâife, Âşûrâ gününde yüzlere vurma, yakaları yırtma,


câhiliyet naraları atma ve hüzün içeren kasideler okuma gibi câhiliyet şiârını izhar ederler.


Oysa Allah Teâlâ ve Elçisi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'in belâ ve


musibet zamanında emrettiği şey, -eğer belâ ve musibet yeni meydana gelmişse- buna


sabretmek, ecrini Allah Teâlâ'dan beklemek ve "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" demektir.


Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:





"Biz, mutlaka sizi, biraz korku, biraz açlık yahut mala, cana veya ürünlere gelecek


noksanlıkla imtihan edeceğiz.(Ey Peygamber!) Sen, sabredenleri (dünya ve âhirette onları


sevindirecek güzel bir sonla) müjdele! (O sabredenlerin vasıflarından birisi) onlara bir


musibet geldiği zaman; biz Allah'ın kullarıyız ve (öldükten sonra) O'na döneceğiz, derler.


İşte Rab'leri tarafından onlara bir övgü ve büyük bir rahmet vardır.Hidâyete erenler de


ancak onlardır."1


Sahih-i Buhârî'de Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'den rivâyet olunduğuna


göre o şöyle buyurmuştur:


1 Bakara Sûresi: 155-157





"Ölenin arkasından yüzünü tırmalayan, yakasını yırtan, Câhiliyet insanı gibi bağıra


çağıra ağıt yakan, bizden, bizim yolumuzu izleyenlerden değildir."1


Yine şöyle buyurmuştur:





"Ben, (musibet anında) sesini ağlayarak yükselten (feryat eden), saçını kazıtan ve


yakasını yırtan kadından berîyim." (Buhârî ve Müslim)


Yine şöyle buyurmuştur:





"Ümmetimde dört haslet, câhiliyet işlerindendir. (Ümmetim) bu hasletleri


bırakmayacaktır. (Bu hasletler:) Şerefiyle (geçmişiyle) övünüp iftihar etmek, (başkasının)


soyunu karalamak (neseplerine ta'n etmek), yıldızlar aracılığıyla yağmur yağmasını


istemek ve ölünün ardından ağıt yakmaktır (bağırıp çağırmaktır).


(Sonra) buyurdu ki:


-Ölünün ardından ağıt yakan kadın, tevbe etmeden ölürse, kıyâmet günü üzerinde


katrandan bir gömlek ve kor ateşten bir fistan olduğu halde kalkar."2


İmam Ahmed'in Müsnedi'nde Hüseyin'in kızı Fâtımâ, babası Hüseyin'den rivâyet


ettiğine göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:


1 Buhârî


2 Müslim





"Bir müslümanın başına bir belâ gelir de o kimse, zaman geçse de bu belâyı


hatırlayıp: İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn (Biz Allah'ın kullarıyız ve öldükten sonra O'na


döneceğiz) derse, Allah Teâlâ, belânın başına geldiği gün gibi o kimseye ecir verir."1


İşte bu, Allah Teâlâ'nın mü'minlere bir ikramıdır. Çünkü Hüseyin'in -Allah ondan râzı


olsun- veya başkasının musibeti, uzun bir süre geçtikten sonra hatırlandığında, musibete


uğrayan kimsenin musibete uğradığı gün gibi kendisine ecir verilmesi için, Allah Teâlâ ve


Elçisi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'in emrettiği şekilde mü'minin: İnnâ lillah ve


innâ ileyhi râciûn (Biz Allah'ın kullarıyız ve öldükten sonra O'na döneceğiz) demesi gerekir.


Allah Teâlâ, başa musibet geldiği zaman o musibete sabretmeyi ve ecrini Allah'tan


beklemeyi emrediyorsa, musibetin üzerinden uzun yıllar geçmişse durum nice olur?


Şeytanın, dalâlet ve haddi aşan kimselere (Râfizîlere) süslü gösterdiği şeylerden


birisi de onların Âşûrâ gününü matem ve yas edinmeleri, bu günde ağıt yakıp feryat


etmeleri ve hüzün kasideleri söylemeleridir.


Bu tâifenin rivâyet ettiği haberlerde birçok yalan vardır. Bu haberlerde sadece keder


ve hüzünü yenilemek, tasassupculuk (bağnazlık) yapmak, insanlar arasında husumet ve


savaşı kızıştırmak, müslümanların arasına fitne düşürmek ve bu vesileyle ilk müslümanlara


küfretmeyi bir araç edinmek, dünyada çok yalan söylemek ve fitne çıkarmak vardır.


İslâm toplulukları arasında yalan söylemek, fitne çıkarmak ve müslümanlara karşı


kâfirlere yardım etmek konusunda bu sapık ve haddi aşan tâifeden başka bir tâife yoktur.


Bu tâife (Râfizîler), dînden çıkan Hâricilerden daha şerlidirler.


Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- onlar hakkında şöyle buyurmuştur:


"Şüphesiz bu adamın soyundan öyle bir topluluk çıkacak ki, onlar Kuran okuyacaklar


fakat okudukları boğazlarından aşağıya geçmeyecektir (kalplerine inmeyecektir). Onlar


putperestleri bırakıp da İslâm ehlini (büyük günahlar işleyen müslümanları tekfir ettikleri


için onları) öldüreceklerdir.Onlar, okun, avı delip çıktığı gibi İslâm’dan çıkacaklardır. Eğer


onların (o topluluğun) zamanına yetişirsem, Semûd kavminin toptan helâk edildiği gibi,


ben de onları toptan silip öldüreceğim."1


Onlar (Râfizîler), Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in âile halkına (Ehl-i


Beyti'ne) ve O'nun mü'min ümmetine karşı yahudilere, hıristiyanlara ve müşriklere yardım


ederler.


Nitekim Bağdat'ta ve diğer şehirlerde Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in


Ehl-i Beyti'ne, risâletin özü Abbas'ın oğluna ve diğer mü'minlere yaptıkları öldürme, esir


almak ve onların diyarlarını yakıp yıkmak gibi, müşrik Türklere ve Tatarlara (Moğollara)


yardım ettiler.


Onların şerrini ve müslümanlara olan zararını, doğru söyleyen hiç kimse sayamaz. Bu


topluluğa karşı, Hüseyin'e ve onun âile halkına düşman olan, fesâda fesatla, kötülüğe


kötülükle ve bid'ata bid'atla karşılık veren câhil kimselerden nâsıbî mutassıp bir topluluk


ortaya çıkmış, gözlere sürme çekmek, kına yakmak, âilenin nafakasını geniş tutmak ve


alışılmışın dışında yemekler pişirmek gibi bayramlarda ve önemli münâsebetlerde yapılan


şeyler gibi, Âşûrâ gününde sevinç ve mutluluk şiârı olan şeyler çıkarmışlardır (ihdas


etmişlerdir). Bu tâife (Nâsıbîler), Âşûrâ gününü kendilerine bayram ve sevinç töreni edinir


hâle getirmiş, diğer tâife (Râfızîler) ise kendilerine mâtem töreni edinir hale getirmişler ve


bu günde hüzün ve keder düzenlemişlerdir. Bu iki tâife de hatalıdır ve sünnetin dışına


çıkmışlardır.Bunların (Râfızîler), hedef ve gâyeleri (Nâsıbîlerden) daha kötü, cehâletleri


daha büyük ve zulümleri daha açık olsa da Allah Teâlâ adâleti ve ihsanı emretmiştir.


Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:





"Zirâ sizden her kim, benden sonra yaşarsa, (dînde) çok ihtilaflar görecektir. Bu


sebeple benim sünnetime ve benden sonraki doğru yolu bulmuş râşid halîfelerimin


sünnetini alın ve onlara, azı dişlerinizle ısırırcasına sımsıkı sarılın. (Dînde aslı olmayıp)


sonradan çıkarılan yeniliklerden sakının. Çünkü (dînde) sonradan çıkarılan her yenilik,


bid'attir.Her bid'at, dalâlettir (sapıklıktır). Her dalâlet (in sahibi) de, ateştedir."1


Ne Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, ne de O'nun râşid halifeleri, Âşûrâ günü


bu zikredilen şeylerden birisini, ne hüzün şiârını, ne de sevinç ve mutluluk şiârını yapmıştır.


Fakat Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine'ye geldiği zaman yahudilerin


Âşûrâ günü oruç tutmakta olduklarını görmüştür.


Nitekim Abdullah b. Abbas'tan -Allah ondan ve babasından râzı olsun- rivâyet


olunduğuna göre o şöyle demiştir:





"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine'ye geldiği zaman yahûdileri Âşûrâ


günü oruç tutarlarken gördü.


Bunun üzerine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara:


- Bugün nedir? diye sordu.


Onlar:


- Bugün salih bir gündür.Bugün, Allah'ın İsrâiloğullarını, düşmanlarından kurtardığı,


bundan dolayı Musa'nın oruç tuttuğu bir gündür.


Bunun üzerine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:


- Biz Musa'ya, sizden daha hak sahibiyiz.


Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bugün oruç tuttu ve (ashâbına da)


bugünde oruç tutmayı emretti."2


Müslim'in rivâyeti ise şöyledir:





1 Ebu Davud. Elbânî 'Sahih-i Ebî Davud; hadis no: 3851'de 'hadis, sahihtir, demiştir.


2 Buhârî; hadis no: 1865


١٣


"Bugün Allah'ın, Musa ve kavmini Firavun'dan kurtardığı,Firavun ve kavmini (denizde)


boğduğu büyük bir gündür."





"Bundan dolayı Musa bu günde oruç tuttu."


Müslim rivâyetine şunu da eklemiştir:





"Musa, Allah'a şükrün bir ifâdesi olarak bugün oruç tuttuğu için, biz de oruç


tutuyoruz."


Buhârî'nin rivâyeti ise şöyledir:





"Biz de O'na (Allah'a) tâzim için bugünde oruç tutuyoruz."


İmam Ahmed şu fazlalıkla rivâyet etmiştir:





"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- (Medine'de) yahudilerden Âşûrâ günü


oruç tutan bazı insanlara uğradı.


Bunun üzerine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara:


- Bu tuttuğunuz oruç nedir? diye sordu.


Onlar:


- Bugün, Allah'ın, Musa'yı ve İsrâiloğullarını (denizde) boğulmaktan kurtardığı,


Firavun'u denizde boğduğu bir gündür.Bugün Nuh'un gemisinin Cudî dağının üzerine


yerleştiği ve bundan dolayı da Nuh ve Musa'nın, Allah Teâlâ'ya şükrün ifâdesi olarak oruç


tuttukları bir gündür.


١٤


Bunun üzerine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:


- Ben, Musa'ya ve bugünün orucuna (sizden) daha hak sahibiyim.


Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bugün oruç tuttu ve (ashâbına da)


bugünde oruç tutmayı emretti."1





"Kureyş, câhiliye döneminde Âşûrâ günü oruç tutardı. Peygamber -sallallahu aleyhi


ve sellem- de bu orucu tutardı. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine'ye


geldiğinde bu orucu tutmayı emretti. Ramazan orucu farz kılınınca, Ramazan orucu farz


olarak kaldı, Âşûrâ orucu ise (tutulması emri) terkedildi. Dileyen onu tutar, dileyen de


tutmazdı."2


Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in insanlara oruç tutmalarını emrettiği gün,


sadece bir gün idi.Çünkü Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine'ye Rebiül-Evvel


ayında gelmişti. Gelecek yıl olunca (ertesi yıl) Âşûrâ gününde oruç tutmuş ve bu günde


oruç tutmayı ashâbına emretmiştir. Daha sonra aynı yıl Ramazan orucu farz kılınınca Âşûrâ


orucunun farz oluşu nesh olundu (hükmü kaldırıldı).


İslâm âlimleri:


O gün (Âşûrâ günü) orucu farz mı, yoksa müstehap mı olduğu konusunda iki meşhur


görüşe ayrılmışlardır. Bu iki meşhur görün en doğrusuna göre Âşûrâ orucu farz idi. Daha


sonra dileyen kimse, bu orucu müstehap olarak tutuyordu.Nitekim Peygamber -sallallahu


aleyhi ve sellem- daha sonra Âşûrâ orucunu tutmayı herkese emretmemiş, aksine şöyle


buyurmuştur:


1 Ahmed, hadis no: 8360


2 Buhârî ve Müslim





"Şüphesiz Âşûrâ orucu bir yılın (küçük) günahları bağışlattırır.Arefe günü orucu ise iki


yıllık (küçük) günahları bağışlattırır."2


Başka bir rivâyette şöyle buyurmuştur:





"Arefe gününün orucunun, (oruç tutan kimsenin) bir önceki sene ile bir sene sonraki


senenin (küçük) günahlarına keffâret olmasını ümit ederim. Âşûrâ gününün orucunun, (oruç


tutan kimsenin) bir önceki senenin (küçük) günahlarına keffâret olmasını ümit ederim."3


Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- hayatının sonunda yahudilerin Âşûrâ


gününü bayram haline getirdiklerini işitince, onlara aykırı hareket etmek ve bu günü


bayram edinen yahudilere benzememek için şöyle demiştir:





"Şayet gelecek yıl yaşarsam, onuncu gün ile birlikte dokuzuncu günü de oruç


tutacağım."4


Sahâbeden bazı kimseler ile bazı âlimler bu günde oruç tutmuyorlar, bu günün


orucunu da müstehap görmüyorlardı.Hatta sadece Âşûrâ günü oruç tutmayı mekruh


sayıyorlardı.


1 Buhârî ve Müslim


2 Müslim


3 Müslim


4 el-Fetâvâ'l-Kubrâ; c: 6. Harama götüren yolların tıkanması babı


١٦


Nitekim Kufeli bazı âlimler, bu günün orucunu mekruh gördüklerine dâir bilgiler


nakledilmiştir. Bazı âlimler ise, bu günün orucunu müstehap görmüşlerdir. Fakat müstehap


olan bu gün oruç tutan kimsenin onuncu gün ile birlikte dokuzuncu günü de tutmasıdır.


Çünkü bu, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in son emridir.


Nitekim o şöyle buyurmuştur:





"Şayet gelecek yıl yaşarsam, onuncu gün ile birlikte dokuzuncu günü de oruç


tutacağım."


Nitekim hadisin bazı rivâyetlerinde açıklayıcı olarak böyle gelmiştir.


Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'in sünneti, işte böyle idi.


Alışılmışın dışında taneli veya taneli olmayan yemek hazırlamak, yeni elbise giymek,


âilenin nafakasını geniş tutmak, bu günde evin bir yıllık ihtiyacını satın almak, Âşûrâ


gününe özel namaz veya kurban kesmek gibi bir ibâdeti yapmak,taneli gıda maddelerinin


pişirilmesinde kullanılmak üzere kurban bayramında kesilen kurban etlerini bu güne


saklamak, gözlere sürme çekmek, saçlara kına yakmak, boy abdesti almak, tokalaşmak,


birbirlerini ziyâret etmek veya bu günde câmileri, mescitleri ve türbeleri ziyâret etmek gibi,


Âşûrâ gününde yapılan diğer şeylere gelince, bütün bunlar, ne Rasûlullah -sallallahu


aleyhi ve sellem-'in, ne onun râşid halifelerinin yaptıkları, ne Mâlik, Sevrî, Leys b. Sa'd,


Ebu Hanife, Evzâî, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Râhveyh ve bunlar gibi müslümanların


imam ve âlimlerinden hiç kimsenin müstehap görmedikleri çirkin bid'atlardır."1


İslâm dîni iki esas üzerine binâ olunmuştur:


Birincisi: Allah'tan başkasına ibâdet etmemek.


İkincisi: Allah'a, O'nun meşrû kıldığı şekilde ibâdet etmek, bid'atlarla O'na ibâdet


etmemektir.


Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:





"Kim, (azabından korkup sevabını ümit ederek) Rabbine kavuşmayı arzu ederse,


sâlih amel işlesin ve ibâdette Rabbine hiç kimseyi ortak koşmasın."2


1 Şeyhulislam İbn-i Teymiyye; "el-Fetâvâ'l-Kubrâ"


2 Kehf Sûresi: 110


١٧


Salih amel; Allah Teâlâ ve Elçisi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'in sevdiği ve


hoşnut olduğu, meşrû ve sünnet olan ameldir.


Bunun içindir ki Ömer b. Hattab -Allah ondan râzı olsun- duâsında şöyle derdi:





"Allahım! Amelimin hepsini salih kıl! Amelimi, vech-i kerimine hâlis kıl! Amelimde hiç


kimseye bir şey bırakma!"1


Dosdoğru yola ileten, ancak Allah Teâlâ'dır.


     


1 Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye; "el-Fetâvâ'l-Kubrâ"; c: 5



Son G?nderiler

İSLAM, ALLAH'IN GÖNDE ...

İSLAM, ALLAH'IN GÖNDERDİĞİ RASÛLLERİN DİNİDİR

Özet Fıtratın gerekti ...

Özet Fıtratın gerektirdiği ve şeriatın ikrar e􀆕iği haklar

EHLİ SÜNNET VE’L-CEMA ...

EHLİ SÜNNET VE’L-CEMAAT KİMDİR?