Articles

Kur'an'ı Nasıl Tefsir Etmeliyiz?





SORU 1: Muhterem hocamız kısa bir süre önce


küçük bir kitabta: "Kur'ân'dan istedigini, istedigin için


alabilirsin."(1) diyen bir hadis gördüm. Acaba bu hadis


sahih midir? Bu hususta bizi aydınlatır mısınız? Allah


ecrinizi versin.


CEVAP: "Kur'ân'dan diledigini, diledigin için


alabilirsin" sözü bazı dillerde hadis diye yaygınlık


kazanmıstır. Fakat maalesef bu da sünnette aslî bir


dayanagı olmayan hadis türündendir. Bundan dolayı böyle


bir sözü rivayet etmek ve bunu Peygamber (s.a)'e nisbet


etmek caiz degildir.


Diger taraftan "Kur'ân'dan diledigini, diledigin için


alabilirsin" seklindeki bu genis ve kapsamlı anlamın slam


seriatında sahih ve sabit olarak kabul edilmesi kesinlikle


dogru olamaz. Mesela, ben evimde otursam, is, güç


edinmeyip çalısmasam, buna karsılık Rabbimden bana


semadan rızkımı göndermesini istesem ve bunu Kur'ândan


bu sekilde anlıyorum diye gerekçelendirsem, bunu kimse


kabul edebilir mi?


Bu batıl bir sözdür. Belki de su ribatlar diye adını


verdikleri ve oturup kalktıkları yerlerde yan gelip yatma


karakterine sahib, tenbel sûfilerin uydurmalarındandır.


Bunlar o ribatlarda oturur kalırlar ve Allah'ın rızkının


kendilerine kimler tarafından getirilecegini gözetler


dururlar. Ancak böyle bir tutumun müslümanın tabiatına


uygun olmadıgını bilmemiz gerekir. Çünkü Peygamber


(s.a) bütün müslümanları gayretli olmak ve izzetli bir


nefse sahib olma esası üzere egitmistir. Peygamber (s.a)


1 Silsiletu'l-Ahadîsi'd-Daife, 557.


4


söyle buyurmustur: "Yukarıdaki el, asagıdaki elden


hayırlıdır. Yukarıdaki el infak eden eldir, asagıdaki el ise


dilenen eldir."(2)


Bu vesile ile vaktiyle bazı zahid ve sufiler ile alakalı


okumus oldugum bir hususu hatırlatmak isterim. -Bu


alanda sözü fazla uzatmak istemiyorum. Çünkü onların


kıssaları pek çok ve acaibtir-:


ddia ettiklerine göre onlardan birisi yanına azık


almaksızın seyahate çıkmıs, nerdeyse açlıktan ölecek hale


gelmis. Uzaktan ona bir köy görünmüs, oraya gitmis. O


gün cuma günü imis. O kendi kanaatine göre Allah'a


tevekkül eden birisi olarak yola çıktıgı için kendince


tevekkülünü bozmamak maksadıyla da mescidde bulunan


kalabalıga kendisini göstermemis. Bunun yerine kendisini


kimse görmesin diye minberin altında gizlenmis. Fakat


içten içe de: ‘keske birisi beni farketse’ diye


düsünüyormus. ste hatib hutbesini verdi, kendisi de


cemaatle birlikte namaza durmadı. mam hutbe ve


namazını bitirdikten sonra insanlar da grublar halinde


teker teker mescidin kapılarından çıkmaya baslamıs.


Nihayet adam mescidde kimse kalmadıgını ve artık


kapıların kapatılma zamanı geldigini anlamıs. Yiyecegi,


içecegi olmaksızın mescidde tek basına kalacagını


farketmis. Orada bulunanlara varlıgını isbat etmek için


öksürür gibi yapmaktan baska bir çare bulamamıs.


nsanlardan birisi oraya dikkat etmis ve açlıktan,


susuzluktan bir deri, bir kemige dönmüs oldugunu


2 Buhari, 1429 -lafız onun-; Müslim, 1033.


5


görmüsler. Onu almıslar ve gereken yardımlarda


bulunmuslar.


Sonra ona: Sen kimsin be adam? diye sormuslar.


O: Ben Allah'a tevekkül eden zahid birisiyim,


demis. Digerleri: Sen az kalsın öleceksin. Nasıl olur da


Allah'a tevekkül ettigini söylüyorsun. Eger Allah'a


tevekkül eden birisi olsaydın, kimseden bir sey istemezdin


ve öksürerek varlıgını kimselere de hissettirmezdin; ta ki


sonunda günahın sebebiyle ölüp gidecektin.


ste bu "Kur'ân'dan diledigini, diledigin için al"


seklindeki bu hadisin ve benzerlerinin kisiyi nerelere


kadar götürecegine dair bir örnektir.


Hulâsa, bu hadisin aslı, astarı yoktur.


SORU 2: Muhterem hocam, Kur'anniyyûn


(Kur'ân'ın herseylerine yeterli oldugunu kabul edenler)


söyle der: Yüce Allah: "ste Biz herseyi geregi gibi


açıkladık." (el-sra, 15-12) diye buyurmaktadır. Bir baska


yerde de: "Biz o kitabta hiçbir seyi eksik bırakmadık." (el-


En'âm, 6/38) diye buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a) da söyle


buyuruyor: "Süphesiz bu Kur'ân'ın bir ucu Allah'ın elinde,


diger bir ucu sizin elinizdedir. Ona sımsıkı sarılınız, sizler


ondan sonra ebediyyen sapmayacak ve asla helak


olmayacaksınız."(1) Siz saygıdeger hocamızdan bu


1 Sahihu't-Tergib ve't-Terhib, 1-93-35


6


hususta bizlere gerekli açıklamaları yapacagınızı ümit


ediyoruz.


CEVAP: Yüce Allah'ın: "Biz o kitabta hiçbir seyi


eksik bırakmadık." buyrugunu ele alalım. Bu âyet-i


kerimede sözü edilen "kitab"dan kasıt Levh-i Mahfuz'dur.


Kur'ân-ı Kerim demek degildir. Yüce Allah'ın:"Biz herbir


seyi iyiden iyiye açıkladık." buyruguna gelince, sizler


Kur'ân-ı Kerim'e dair az önce yapılan açıklamaları da


ekleyecek olursanız, iste o vakit yüce Allah'ın herbir seyi


geregi gibi açıklamıs oldugunu da anlamıs olursunuz.


Fakat buna bir hususu daha eklemek gerekir. Siz de


biliyorsunuz ki, açıklama kimi zaman genel bir çerçeve


çizilerek yapılır. Altına çokluklarından dolayı tek tek


sayılmalarına imkan olmayan pekçok cüz'î hususun


kaydedilebilecegi genel birtakım kaideler koymakla


yapılabilir. Sarî-i Hâkim bu pekçok cüz'î hususlar için


bilinen pekçok kaide koymakla bu âyet-i kerime'nin


anlamı da açıklık kazanmıs olmaktadır.


Kimi zaman da bu açıklama genis ve etraflı


açıklamalarla yapılır ki, bu âyet-i kerime'den hatıra ilk


gelen de odur. Nitekim Peygamber (s.a) söyle


buyurmustur: "Allah'ın size emredip de, benim size


emretmedigim hiçbir sey bırakmadım. Allah'ın size


yasaklayıp da benim size yasaklamadıgım hiçbir sey


bırakmadım."(2)


O halde açıklama kimi zaman kapsamına pekçok


cüz'î hususun girdigi kaideleri ortaya koymakla, kimi


zaman da bu kaidelerden herhangi birisine basvurmaya


2 Silsiletu'l-Ahadîsi's-Sahiha, 1803


7


gerek bırakmayacak sekilde ibadet ve hükümlerin


yeterince açıklanmasıyla olabilmektedir.


Kapsamına pekçok fer'î hususun girdigi ve


böylelikle slamın büyüklügü ve slamın tesrî'deki


çerçevesinin genisliginin ortaya çıktıgı kaidelerden bir


kısmına Peygamber (s.a)'ın bazı hadislerini örnek olarak


verelim:


"Zarar ve zarara zararla karsılık vermek yoktur."(3)


"Sarhosluk veren hersey hamrdır ve her hamr


haramdır."(4)


"Her bid'at bir dalâlet (sapıklık)dır ve her dalâlet te


atestedir."(5)


ste bunlar öyle birtakım kaideler ve genel


kurallardır ki; birinci hadiste ister can ile ister mal ile ilgili


hiçbir zarar bunun dısında kalmamaktadır. kinci hadiste


ise sarhosluk veren hersey ile alâkalıdır. Sarhosluk veren


bu madde ister meshur oldugu üzere üzümden elde edilmis


olsun, ister mısır yahut darıdan, isterse baska herhangi bir


maddeden elde edilmis olsun. O sarhosluk veriyorsa


haramdır.


Üçüncü hadiste de aynı durum sözkonusudur.


Bid'atler pekçok oldugundan ötürü onları sınırlandırmaya


ve tek tek saymaya imkan yoktur. Bununla birlikte bu


hadis-i serif oldukça veciz olmakla birlikte çok açık bir


3 Sahihu'l-Câmî, 7517


4 rvâu'l-Galîl, 8-40-2373


5 Sahihu't-Tergib ve't-Terhib, 1-92-34; Salâtu't-Terâvîh, s.75


8


sekilde: "Herbir bid'at sapıklıktır ve herbir sapıklık


atestedir" demektedir.


ste bu bir açıklama tarzıdır. Ancak kaidelerle


açıklamadır.


Bildiginiz hükümlere gelince, bunlar çogunlukla tek


tek sünnette ele alınıp açıklanmıs, bazan da mesela miras


hükümleri gibi olanları Kur'ân-ı Kerim'de zikredilip


açıklanmıstır.


Anılan hadis-i serife gelince; sahih bir hadistir. Bu


hadis ile amel etmek ve ona sımsıkı sarılmak imkânımız


vardır. Nitekim bir baska hadiste söyle denilmektedir:


"Ben aranızda iki sey bırakıyorum. Onlara sımsıkı


sarıldıgınız sürece asla sapıtmayacaksınız. Allah'ın kitabı


ve Rasûlünün sünneti."(6)


Buna göre elimizde bulunan Allah'ın ipine sımsıkı


sarılmak, ancak Kur'ân-ı Kerim'i açıklayan sünnet


geregince amel etmekle gerçeklesir.


SORU 3: Kimisi söyle diyor: Eger hadis bir âyet ile


çelisecek olursa sıhhat derecesi ne olursa olsun merduttur.


Buna örnek olarak ta: "Süphesiz ki ölü, yakınlarının kendisi


için aglaması sebebiyle azablandırılır"(1) hadisini örnek


göstermekte ve Âise (r.anhâ)'nın bu hadisi yüce Allah'ın:


"Hiçbir günah yüklenen kimse bir baska yüklenicinin yükünü


çekmez." (Fatır, 35/18) buyrugunu delil göstererek reddedisini


delil göstermektedirler. Böyle diyenlere nasıl cevab verilebilir?


6 Miskatu'l-Mesâbih, 1-66-186


1 Sahihu'l-Cami, 1970


9


Bu hadisin reddedilmesi sünnetin Kur'ân ile


reddedilmesi problemlerinden birisidir. Aynı zamanda bu, bu


çizginin sapma gösterdigini ortaya koymakmaktadır.


Bu hadise, özellikle de Âise (r.ânha)'nın hadisine


sarılanlara verilecek cevaba gelince:


1- Hadis bakımından: Bir defa bu hadisi su iki sebeb


dolayısıyla hadis bakıs açısı ile reddetmeye imkân yoktur:


a- Bu hadis bn Ömer (r.a)'dan sahih bir senet ile


gelmistir.


b- Bu hadisi tek basına bn Ömer rivayet etmemistir. Bu


hususta Ömer b. el-Hattab ta ona tabidir. Ayrıca Ömer ve onun


oglu da bu hadisi tek baslarına rivayet etmemislerdir. Bu


hususta Mugire b. Sube de onlara tabidir. Su anda hatırladıgım


kadarıyla bu üç sahabeden gelen rivayetler Buhari ile


Müslim'de vardır.


Bir kimse bu hadis hakkında özel olarak arastırma


yapacak olursa bu hadisin baska yollardan da geldigini görür.


Bu üç hadisin tamamı da senedleri itibariyle sahih hadislerdir.


Bunlar sadece Kur'ân ile çatısma (teâruz) halindedir, iddiasıyla


reddolunamazlar.


kinci olarak; bu hadisin yorumlanması açısından cevap


verilebilir. Bu hadisi ilim adamları iki sekilde yorumlamıs


bulunmaktadır.


Birinci sekil:


Bu hadis hayatta iken aile halkının ölümünden sonra


seriata aykırı birtakım isler yapacaklarını bilen, buna ragmen


onlara ögüt vermeyen, kendisi için aglamamalarını tavsiye


etmeyen ölü hakkındadır. Çünkü böyle bir aglama ölenin


azablandırılmasına sebeptir. "el-Meyyit: Ölen" lafzının


basındaki "el" takısı burada istigrak ve kapsamlılık bildirmek


için degildir. Yani hadis, her ölen aile halkının kendisi için


10


aglamaları dolayısıyla azab görür, anlamına gelmez. Buradaki


"el" takısı ahd içindir. Yani vefatından sonra seriata aykırı


birtakım isler yapmamalarını ailesine ögütlemeyen ölü


hakkındadır. ste aile halkının kendisi için aglaması dolayısıyla


azablandırılacak olan ölü budur. Ögüt vermek görevini ve


kendisi için agıt yakmamaları, özellikle böyle bir zamanda


islenen münker isleri yapmamalarını söyleyerek ser'î vasiyet


görevini yerine getiren kimse ise azablandırılmaz. Vasiyet


etmez ve ögüt vermezse azablandırılır.


ste bilinen ve ünlü birçok ilim adamının yaptıgı birinci


tür açıklama seklinden anlamamız gereken budur. Nevevi ve


benzerleri böyle açıklamıslardır. ste bu açıklamayı ögrenmis


oldugumuza göre artık bu hadis ile yüce Allah'ın: "Günahkâr


hiçbir nefis baskasının günahını yüklenmez." (el-En'âm, 6/164)


buyrugu arasında herhangi bir çatısma (teâruz) olmadıgı da


ortaya çıkar. Çatısma "el-meyyit" lafzının basındaki "el"


takısının istigrak ve kapsamlılık ifade ettiginin kabul edilmesi


halinde sözkonusudur. Yani ölen herkesin azab görecegi


anlamında kabul edilirse, o vakit hadisi açıklamak müskil bir


hal alır, âyet-i kerime ile çatısma arzeder. Sâyet az önce


açıkladıgımız anlamı bilecek olursak o vakit herhangi bir


çatısma (teâruz) veya müskil (izahı zor durum) sözkonusu


olmaz. Çünkü azab gören kimse ancak ögüt ve vasiyet görevini


yerine getirmemekten dolayı sözkonusu olur. leri sürülen


teâruzu bertaraf etmek için bu hadis ile ilgili uygun bir


açıklama sekli budur.


2- kinci sekle gelince: Bu da merhum Seyhu'l-slam bn


Teymiye'nin bazı eserlerinde sözkonusu ettigi sekildir. Buna


göre burada azab, kabir azabı yahutta âhiretteki bir azab demek


degildir. Buradaki azabın anlamı, acı çekmek ve üzülmek


demektir. Yani ölen kimse aile halkının kendisi için


agladıklarını duydugu vakit, onun için üzülmelerinden ötürü o


da üzülür, kederlenir.


11


Seyhu'l-slam bn Teymiye böyle demistir. Ancak bu


açıklama sahih bir açıklama olsa süphenin kaynagını kurutur.


Fakat ben söyle diyorum: Böyle bir açıklama iki önemli


gerçek ile çatısma halindedir. Bundan dolayı bizim hadisin


birinci tür açıklamasını dayanak almaktan baska çaremiz


yoktur:


Birinci gerçek: Az önce kendisine isaret ettigim Mugire


b. Sûbe'nin rivayet ettigi hadiste sözkonusu azabın acı çekmek


anlamında olmadıgını ortaya koyan bir fazlalık ihtiva


etmektedir. Bu fazlalıga göre burada sözü geçen azab hatıra ilk


gelen anlamıyla azabtır. Yani cehennem atesi azabıdır. Yüce


Allah'ın affetmesi hali elbette müstesnâdır. Nitekim yüce


Allah'ın su buyrugunda açıkça görüldügü gibi: "Dogrusu Allah


kendisine sirk kosulmasını magfiret etmez. Ondan baskasını da


diledigine bagıslar." (en-Nisa, 4/48)


Mugire'nin rivayetinde su fazlalık vardır: "Süphesiz ölen


kimse kıyamet gününde aile halkının aglaması sebebiyle azab


görecektir." ste bu ifade, ölen kimsenin kıyamet gününde aile


halkının kendisi için aglamalarından ötürü azab görecegi


hususunda açıktır. Bu azab kabirde olmayacaktır. ste bn


Teymiye'nin acı ve kederle açıkladıgı da budur.


kinci gerçek, ölü ruhunu teslim ettikten sonra etrafında


olup biten hiçbir seyi hissetmez. Bu yapılanlar ister hayır, ister


kötülük olsun. Nitekim kitab ve sünnetten deliller de bunu


göstermektedir. Ya bütün ölüler için yahutta bazıları için bir


kaide durumunda olan bazı hadislerin sözkonusu ettigi özel


bazı haller müstesnâdır. Meselâ, bu gibi hallerde yüce Allah


ölülere kendisi sebebiyle acı çekecekleri bazı seyleri


isittirmistir.


Birinci türden olanlara örnek olarak Buhari'nin


Sahih'inde rivayet ettigi Enes b. Malik (r.a) yoluyla gelen su


hadis-i seriftir: Rasûlullah (s.a) buyururyor ki: "Kul kabrine


12


yerlestirildikten ve cenazesiyle birlikte gelenler geri döndükten


sonra -henüz o onların ayak seslerini duymakta iken- ona iki


melek gelir..."(2) Bu sahih hadiste ölenin defnedilmesi ve


insanlar onu bırakıp geri döndükleri sırada özel bir duyması


tesbit edilmektedir. Yani melekler kabirde öleni otturtuklarında


ona ruh tekrar iade edilir. ste o bu halde gidenlerin ayak


seslerini duyar. Hadis açıktır ki; bu ölen kisinin de, bütün


ölenlerin de ruhlarının kendilerine iade edildigini ve onların


diriltilecekleri güne kadar kabirleri arasında gidip gelenlerin


ayak seslerini duymaya devam edeceklerini ifade


etmemektedir.


Bu özel bir durumdur ve ölenin özel bir duyma seklidir.


Çünkü bu durumda ruhu ona iade edilmis olur. ste o vakit bni


Teymiye'nin yaptıgı açıklamayı kabul edecek olursak, ister


defninden önce naası çerçevesinde, ister kabrine


konulmasından sonra etrafında olup bitenleri hissetmesi


sınırlarını genisletmis oluruz. Bu da onun hayatta olanların


kendisi için agladıklarını duyması anlamına gelir. Bunu kabul


etmek için ise bir nassa ihtiyacımız vardır. Böyle bir nas da


yoktur. Bu bir.


kinci husus: Kitabın ve sahih sünnetin bazı nassları


ölülerin birsey duymadıklarını ortaya koymaktadır. Bu oldukça


uzun bir konudur; fakat ben bu hususta sadece bir hadis


zikredecegim ve bu soru ile ilgili cevabı bitirecegim.


Sözkonusu hadis Peygamber (s.a)'ın su buyrugudur: "Süphesiz


yüce Allah'ın yeryüzünde gezgin melekleri vardır. Onlar


ümmetimden bana selamı ulastırırlar."(3)


Peygamber efendimizin "gezgin melekler" ifadesi


oturup kalkılan meclisleri dolasanlar demektir. Peygamber


(s.a)'a bir müslüman salavât getirdigi her yerde, o


2 Sahihu'l-Cami, 1675


3 Sahihu'l-Cami, 2174


13


müslümandan salavâtı Peygambere ulastırmakla görevli bir


melek vardır. Eger ölüler isitselerdi elbetteki bu ölüler arasında


isitmeye en layık olan Peygamber efendimizdir. Çünkü yüce


Allah ona ayrı bir fazilet vermis, bütün peygamberler, rasûller


ve âlemlerin üstünde ona ayrı özellikler vermistir. Eger ölen bir


kimse olup biteni duysaydı Rasûlullah (s.a) duymalıydı. Diger


taraftan Peygamber eger ölümünden sonra bir sey duysaydı,


ümmetinin ona getirdigi salât ve selâmı duymalıydı.


ste buradan Peygamberden degil rasûl, nebî ya da salih


kimselerden onlardan daha asagı mertebede olanlardan yardım


ve imdat dileyenlerin ne kadar hatalı, hatta sapık olduklarını


anlamaktasınız. Çünkü böyleleri eger Rasûlullah (s.a)'dan


yardım dileyecek olsalar o dahi onların bu isteklerini duyamaz.


Nitekim Kur'ân'ın açık ifadeleri de bunu göstermektedir:


"Allah'ı bırakıp da taptıklarınız süphesiz sizin gibi kullardır."


(el-A’râf, 7/194); "Onlara dua etseniz, dualarınızı isitmezler..."


(Fâtır, 35/14)


O halde ölüler, ölümlerinden itibaren hiçbir sey


duymazlar. Az önce sözünü ettigimiz ölenin ayak seslerini


duyması halinde oldugu gibi özel birtakım meselelere dair nass


ile açıklanmıs olan haller müstesnâ. Böylelikle bu soruya dair


cevabımız da burada sona ermektedir.


SORU 4: Teypte Kur'ân-ı Kerim okunuyorken hazır


bulunanların bir kısmı da konustuklarından dolayı Kur'ân'ı


dinlemiyor iseler, dinlememelerinin hükmü nedir ve hazır


olanlardan herhangi bir kimse yahutta teybi açan kisi günah


kazanır mı?


CEVAB: Bu meseleye verilecek cevab teyibten Kur'ân


okunan meclisin farklılıgına göre degisik olabilir. Eger meclis


ilim, zikir, tilavet ve Kur'ân okunan bir meclis ise bu durumda


okunan Kur'ân-ı Kerim'e tamamıyla kulak vermek, dinlemek


14


gerekir. Bunu yapmayan kisi yüce Allah'ın Kur'ân-ı


Kerim'deki:"Kur'ân okundugu vakit ona kulak verin ve


dinleyin. Olur ki merhamet olunursunuz." (el-Araf, 7/204)


buyruguna muhalif hareket etmis olacagından ötürü


günahkardır.


Sâyet meclis ilim, zikir ve Kur'ân okunan bir meclis


degil de sıradan bir meclis ise mesela insanın evde çalısması


yahut dersini tekrarlaması ya da mütalâada bulunması gibi bir


halde bulunuluyor ise bu durumda esasen teyibin açılması ve


evde ya da mecliste bulunan digerlerine ses ulasacak sekilde


sesin yükseltilmesi caiz degildir. Çünkü bu gibi kimseler bu


durumda Kur'ân'ı dinlemekle yükümlü degildirler. Çünkü onlar


bu maksatla oturmamıslardır. Bu durumda sorumlu olan kisi


teyibin sesini yükselten ve onun sesini baskalarına isittirendir.


Çünkü bu durumda o kisi baskalarını zora sokmakta, onları


böyle bir durumda, böyle bir dinlemeye hazır olmadıkları bir


halde Kur'ân dinlemeye zorlamaktadırlar.


Buna en uygun örneklerden birisi de sudur: Herhangi bir


kimse yolda giderken ya satıcısından yahutta hazır yiyecek


satıcısından veya kaset satıcısının yanından geçerken Kur'ân


sesinin yolun her tarafına yayıldıgını görürsünüz. Nereye


giderseniz bu sesi duyarsınız. Acaba herkes yolunda giderken


yolda yürüyenlerin hepsi uygun olmayan bu yerde okunan bu


Kur'ân-ı Kerim'e kulak vermekle yükümlümüdürler? Hayır.


Sorumlu kisi insanları böyle bir zor durumda bırakan ve onlara


Kur'ân sesini isittiren kimsedir. Bu da ya ticaret yahutta


insanların dikkatini çekmek için yapılan veya buna benzer


maddi herhangi bir menfaat için yapılan bir istir. O halde


bunlar -bazı hadislerde(1) de geçtigi üzere- Kur'ân-ı Kerim'i bir


çesit çalgı gibi kullanmıs olmaktadırlar. Ayrıca bunlar yahudi


ve hristiyanların yolundan baska bir yolla Allah'ın âyetlerini az


bir bedel karsılıgında satan kimseler de oluyorlar. Yüce Allah


1 Silsiletu'l-Ahadiysi's-Sahiha, 979


15


ise onlar hakkında:"Onlar Allah'ın âyetlerini az bir bedele


sattılar." (et-Tevbe, 9/9) diye buyurmaktadır.


SORU 5: Sanı yüce Allah kendi zatı hakkında haber


verirken:"Onlar hile yaptılar. Allah da hilekârlıklarına karsılık


verdi. Allah hileye karsılık verenlerin en hayırlısıdır." (Al-i


mran, 3/54) diye buyurmaktadır. Bazı kimselerin aklı bu âyet-i


kerime'nin zahirini anlamakta zorlanabilirler. Bizim tevile


ihtiyacımız bulunmadıgına göre acaba Allah hileye karsılık


verenlerin en hayırlısı nasıl olabilir?


CEVAB: Konu Allah'ın lutfuyla kolaydır. Çünkü bizler


hile (mekr)in mekr olmak bakımından her zaman için kötü


olmakla nitelendirilemeyecegini biliyoruz. Hile (mekr) her


zaman ve ebediyyen hayır ile de nitelendirilemez. Nice kâfir


vardır ki müslüman kimseye hile yapmakta tuzak


hazırlamaktadır fakat bu müslüman akıllı, kavrayıslı


oldugundan saf ve belki ahmak bir kimse hiç olmadıgından


ötürü hasmı olan kâfirin hilelerine karsı daima uyanıktır. O


bakımdan o kimseye karsı daima onun hilelerine zıt hilelerini


bosa çıkartacak sekilde davranıslarda bulunur. Öyle ki sonuçta


bu müslüman güzel karsılıklarıyla kâfirin kötü hilelerini bosa


çıkarmıs olur. Bu durumda acaba bu müslüman kâfire karsı hile


yaparken mesru olmayan bir is yaptıgını söyleyebilir miyiz?


Böyle bir seyi hiç kimse söylemez.


Peygamber (s.a)'ın: "Harb hud'a (hile)dır."(1)


buyrugundan bu gerçegi anlamanız kolay bir istir. Bu durumda


hud'a (hile) hakkında söylenebilecekler aynen mekr (hile,


tuzak) hakkında da söylenebilir. Buna göre müslümanın,


müslüman kardesine karsı hud'a (hilekarlık) yapması haramdır


fakat müslümanın Allah'ın ve Rasûlünün düsmanı olan kâfire


karsı hile yapması haram degildir. Hatta bu vacibtir. Aynı


1 Buhari, 3030; Müslim, 1740


16


sekilde müslümanın kendisine karsı hile yapmak ve tuzak


kurmak (mekr etmek) isteyen kâfire karsı onun mekrini bosa


çıkartacak sekilde hileler düzenlemesi güzel bir mekrdir. Bu


örnekte her iki taraftakiler de insandır.


Peki kadir, alîm ve hakîm olan alemlerin Rabbi


hakkında ne diyebiliriz?


ste onun bütün mekredicilerin mekrini bosa çıkardıgını


görürüz. Bundan dolayı yüce Allah:"Allah mekredenlerin


(hilelere karsılık verenlerin, hileleri bosa çıkartanların) en


hayırlısıdır." diye buyurmustur. Yüce Rabbimiz kendi zatını


bu sıfat ile nitelendirmekle dikkatlerimizi suna çekmektedir:


Mekr insan tarafından yapılacak olsa dahi her zaman yerilecek


bir sey degildir. Çünkü yüce Allah: "Mekredenlerin hayırlısı"


diye buyurmustur. O halde bir tarafta hayır ile mekr yapan


vardır, diger taraftan ser ile mekr yapan vardır. Hayır ile mekr


yapan yerilmez. Yüce Allah da buyurdugu gibi:"O mekr


yapanların hayırlısıdır." Özetle diyoruz ki: Hatırına her ne


gelirse gelsin, Allah senin hatırına gelenden farklıdır. nsan


yüce Allah'a yakısmayan bir hususu vehmedecek olursa bastan


hata ettigini bilmelidir. ste bu âyet-i kerime aziz ve celil olan


Allah'a bir övgüdür. Burda sanı yüce Allah'a nisbeti caiz


olmayan herhangi bir hususta sözkonusu degildir.


_______________


SORU 6:"Kim slamdan baska bir din ararsa ondan


asla kabul olunmaz." âyet-i kerimesi ile"iman edenlerle


yahudiler, sabiîler ve hristiyanlardan kim Allah'a ve ahiret


gününe iman edip, iyi amellerde bulunursa onlar için hiçbir


korku yoktur, onlar üzülecek de degillerdir." (el-Maide, 5/69)


âyetlerini birarada dogru bir sekilde nasıl anlayabiliriz?


CEVAB: Sorudan anlasıldıgı sekliyle iki âyet-i kerime


arasında çeliski (tearuz) yoktur. Çünkü birinci âyet olan "slam


âyeti" yüce Allah'ın ikinci âyet-i kerimede kendilerini:"Onlar


için hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de degillerdir." diye


17


nitelendirdigi o kimselere slam davetinin ulasmasından


sonradır. Bu kimseler arasında yüce Allah sabîileri de


sözkonusu etmistir. Sabîilerin sözkonusu edildikleri yerde


hatıra ilk gelen onların yıldızlara tapan bir kavim olduklarıdır.


Fakat gerçekte onlar önceleri tevhid ehli iken sonradan sirke


düsmüs herbir toplulugun adıdır. Buna göre sabîiler önceleri


muvahhid kimseler idi. Daha sonra sirk ve yıldızlara ibadet


aralarında görülür oldu. Bu âyette kendilerinden sözedilen


kimseler mü'min ve muvahhid olan kimselerdir. Bunlar ise


slam davetinin gelmesinden önce böyle idiler. Yani onlar bu


yönleriyle yahudiler ve hristiyanlar gibidir. Yahudi ve


hristiyanlar da sabîilerin sözkonusu edildigi aynı çerçevede


zikredilmektedir. Burada sözü edilenler vaktiyle kendi


dinlerine sıkı sıkıya sarılmıs olanlardır. O halde bunlar


da"onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de


degillerdir" diye sözedilenlerdendirler.


Fakat yüce Allah Muhammed (s.a)'ı slam dini ile


gönderdikten ve slam daveti yahudi, hristiyan ve sabîi olan bu


insanlara ulastıktan sonra onlardan slam dininden baskası


kabul edilmez.


Buna göre yüce Allah'ın; "Her kim slam dininden baska


bir din ararsa" buyrugu slam dininin Allah'ın Rasûlü


Muhammed (s.a)'ın dili ile teblig edilmesinden ve slam


davetinin o kimseye ulasmasından sonra ondan slam dininden


baskası kabul edilmez demektir.


Rasûlullah (s.a)'ın slamı getirmesinden önce bulunanlar


yahutta bugün yeryüzünde slam daveti kendilerine ulasmamıs


olanlar yahut slam daveti kendilerine ulasmıs olmakla birlikte


temelinden ve gerçek seklinden tahrif edilmis surette ulasmıs


olanlar örnek gösterilebilir. Nitekim bir vesile ile örnek olarak


Kadıyanilerden sözetmistim. Bunlar günümüzde Avrupa ve


Amerika'da birçok yere yayılmıs ve slama davet etmektedirler.


Fakat onların davet ettikleri slam ile Allah'ın dini olan slam


arasında hiçbir alaka yoktur. Çünkü onlar Peygamberlerin


18


sonuncusu Muhammed (s.a)'dan sonra baska peygamberlerin


gelecegini de kabul ediyorlar. ste Kadıyani slama davet


edilip, hak olan slamın daveti kendilerine ulasmamıs bulunan


bu Avrupalı ve Amerikalılar iki kısma ayrılırlar:


Bunların bir bölümü önceki bir din üzeredirler ve bu


dine sımsıkı sarılmaktadırlar. ste:"Onlar için hiçbir korku


yoktur ve onlar üzülmezler de." âyeti buna göre yorumlanır.


Bir bölümü ise -günümüzün müslümanlarının çogunun


hali gibi- bu hak dinden sapmıs bulunuyorlar, bu gibi kimselere


karsı delil geregi gibi ortaya konulmustur.


slamdan önce ya da sonra slam davetinin mutlak


olarak kendilerine ulasmadıgı kimselere gelince bu gibi


kimselere ahirette özel bir muamele yapılacaktır. O da sudur:


Yüce Allah onlara diger insanlar dünya hayatında sınandıkları


gibi kendilerini sınamak üzere bir rasûl gönderir. Kıyamet günü


arasatında o rasûlün çagrısını kabul edip ona itaat eden kimse


cennete gider, ona isyan eden kisi de cehenneme girecektir.(1)


_______________


SORU 7: Yüce Allah söyle buyurmaktadır:"Onu


anlayamasınlar diye kalblerine perdeler, kulaklarına agırlık


koyduk." (el-En'am, 6/25) Bazı kimseler bu âyet-i kerimeden


cebr (zorlama) kokusu almaktadırlar. Bu hususta sizin


görüsünüz nedir?


CEVAB: Buradaki kılmak (mealde koymak) kevnî bir


kılıstır. Bunu anlayabilmek için ilahi iradenin anlamını


açıklamak gerekmektedir. lahi irade iki kısma ayrılır: Ser'î


irade, kevnî irade.


Ser'î irade: Yüce Allah'ın kulları için seriat kıldıgı ve


onları yerine getirmeye tesvik ettigi farklı hükümleriyle itaatler


ve ibadetlerdir. Farzlardan mendublara kadar bütün


1 Silsiletu'l-Ahadiysi's-Sahiha, 2468


19


hükümlerdir. Bu itaat ve ibadetleri sanı yüce Allah irade eder,


diler ve sever.


Kevnî iradeye gelince bu da bazan Allah'ın tesrî


buyurmadıgı fakat takdir ettigi seylerden olabilir. Bu iradeye


kevnî irade adının verilmesi yüce Allah'ın su buyrugundan


hareketledir:"O bir seyi irade etti mi ona emri sadece ol


demesidir. O da oluverir." (Yasin, 36/82) Buradaki "bir sey"


lafzı herseyi kapsayan nekre (belirtisiz) bir isimdir. Bu ister


itaat olsun, ister masiyet olsun. Bu da sanı yüce Allah'ın "ol"


demesiyle olur. Yani onun iradesi, kaza ve kaderiyle meydana


gelir. Bizler ister itaat, ister masiyet olsun herseyi kusatıcı bir


özellige sahib olan bu kevnî iradenin ne oldugunu bildigimize


göre kaza ve kader konusuna gözatmamız kaçınılmaz bir hal


almaktadır. Çünkü yüce Allah'ın:"O bir seyi diledi mi ona emri


sadece ol demesidir. O da oluverir." buyrugunun anlamı


sudur: Yüce Allah'ın kendisine "ol" dedigi hususu mutlaka


meydana gelmesi gereken mukadder bir emir olarak tesbit


etmis olur. Çünkü herbir sey yüce Allah'ın nezdinde bir kader


iledir. Bu da aynı sekilde hem hayrı, hem serri kusatır. Fakat


biz sakaleyn ile -Allah tarafından birtakım emirlere muhatab,


mükellef olan insanlar ve cinler ile- alakalı olan bölümü


bakımından bizim neler yapabileceklerimizi gözönünde


bulundurmamız gerekiyor. Bizim yaptıklarımız ya katıksız


olarak kendi irade ve tercihimiz ile ortaya çıkar yahutta bize


ragmen olur. Bu ikinci kısım ile itaatin de, masiyetin de ilgisi


yoktur. Bunun sonuncunda cennet ya da cehennem de


sözkonusu olmaz. Ser'î hükümlerin kendisi ile alakalı


bulundugu husus ise birinci kısımdır. nsanın cennet yahut


cehennem ile karsılık görmesi sözkonusu olan da budur. Yani


insanın iradesiyle yaptıgı kendi kazanması ve tercihi ile


çabalayıp durdugu hususlar dolayısıyla hesaba çekilir. Bu


yaptıkları hayırsa hayır, karsılıklı ser ise ser karsılık görür.


20


nsanın islerinin büyük bir bölümünde tercihte


bulunabilecek durumda olması ser'an ve aklen tartısılması


sözkonusu olmayacak kadar açık bir gerçektir.


Ser'î bakımdan konuya bakacak olursak insanın emr


olundugu hususları islemek ile kendisine yasak kılınan


hususları da terketmekle emrolunduguna dair kitab ve sünnetin


nassları tevatür derecesindedir. Bu nasslar zikredilemeyecek


kadar çoktur.


Aklî bakımdan konuyu ele alacak olursak heva ve özel


maksattan arınmıs olan her insan açıkça sunu görür ki kisi


konusunca, yürüyünce, yemek yiyince, bir seyler içince, kendi


tercihi çerçevesinde olan herhangi bir isi yapınca, kendi


tercihiyle, kendi seçimiyle yapar ve bu hususta hiçbir sekilde


mecbur edilmemektedir. Ben su an için konusmak istersem


konusurum. Tabiat-ı haliyle buna beni mecbur eden kimse


yoktur fakat bu takdir edilmis bir husustur. Bu sözümün anlamı


da sudur. Bu takdir edilmis olmakla birlikte yani benim


söyledigim ve konustugum bu seyleri kendi tercih etmemle


birlikte takdir edilmistir. Bununla birlikte ben, benim bu


konusmayı yapıp yapmamakta serbest tercih sahibi oldugum


hususunda süphede bulunan kimselere böyle oldugunu


isbatlamak için konusmayıp susabilirim.


O halde vakıa bakımından insanın tercih ve seçim sahibi


oldugu münakasa edilecek ve tartısılabilecek bir konu degildir.


Aksi takdirde böyle bir konuda tartısan bir kimse aslında


safsataya düser ve apaçık gerçekler hususunda tereddütler


uyandırmak ister. nsan böyle bir asamaya geldi mi artık onunla


konusmanın anlamı da yoktur.


O halde insanın amelleri iki kısımdır. stek ve tercihi ile


yaptıkları ve zorunlu olarak yaptıkları. Zorunlu olarak


yaptıklarıyla ilgili bizim söyleyecek bir sözümüz yoktur. Ne


ser'î açıdan, ne de vakıa bakımından. Çünkü seriat ancak istek


ve tercih ile yapılabilen islerle alakalıdır. ste gerçek budur. Bu


gerçegi zihnimize yerlestirdigimiz takdirde o vakit az önce


21


geçen:"... Kalblerine perdeler... koyduk." (el-En'am, 6/25)


buyrugunu da anlayabiliriz. Buradaki "koymak, kılmak" kevnî


bir yaratmaktır. Daha önceki: "O bir seyi diledi mi ona emri..."


âyetini de hatırlamamız gerekmektedir. Buradaki irade ise


kevnî iradedir. Fakat yüce Allah'ın kalblerine perde koydugu


kimselere ragmen bu perdeler konulmus degildir.


Maddi açıdan buna örnek: nsan yaratıldıgında eti


yumusacık yaratılır. Sonra büyüdükçe eti sertlesir, kemigi


güçlenir. Ancak bütün insanlar bu noktada esit degildirler.


Mesela su insan ders ve ilme kendisini vermis, bu insanın


güçlenecek tarafı neresidir? Onun aklı güçlenir, dimagı, zihni


mesgul oldugu cihet ile güç kazanır ve bütün çabaları ile ona


odaklanır. Fakat bedeni açıdan vücudu güçlenmez, adaleleri


gelismez.


Bunun aksi de tamamen aksinedir. Burada da bütünüyle


maddi alana odaklanmıs bir kisi var. Hergün günümüzdeki


ifadesiyle sportif çalısmalar yapmaktadır. Böyle birisinin


adaleleri güçlenir, bedeni kuvvet kazanır. Kimi zaman vakıada,


kimi zaman da fotograflarda gördügümüz sekilde bir vücuda


sahib olur. Mesela bu sampiyonların bedenleri bütünüyle


adalelere dönüsür. Bu kisi böyle mi yaratıldı? Yoksa adale


yogunlugu fazla bu güçlü bünyeyi kendisi mi elde etti?


Süphesiz ki bu kendi kazancı ve tercihiyle ulastıgı bir sonuçtur.


ste sapıklıgında, inadında, küfür ve inkarında devam


edip giden insanın örnegi de aynen budur. Bu kisi sonunda "er-


Ram" denilen noktaya ulasır. Yüce Allah'ın onların kalbleri


üzerinde yarattıgı perdelenmeye kadar gelir. Bu Allah'ın bu isi


ona dayatması veya onları buna mecbur etmesinin bir sonucu


degildir. Bu ancak onların kazanç ve tercihlerinin bir


neticesidir. ste bu kâfir insanların kendi kazançlarıyla


ulastıkları bu kevnî yaratıs budur. Onlar cahillerin kendilerine


dayatıldıgını vehmettikleri bu noktaya kendileri ulasıyorlar.


Gerçek su ki bu durum onlara dayatılmamıs, buna mecbur


22


edilmemislerdir. Bu tamamıyla onların kendi elleriyle


kazandıklarıdır ve süphesiz Allah kullara zulmetmez.


SORU 8: Mushafı öpmenin hükmü nedir?:


CEVAB: Bu bizim inancımıza göre: "Sonradan


çıkartılmıs islerden alabildigine sakının. Çünkü sonradan


çıkartılmıs herbir is bir bid'attir ve herbir bid'at bir


sapıklıktır."(1) ile: "Her sapıklık cehennem atesindedir."(2)


seklindeki hadislerin bir bölümünü teskil ettigi hadislerin genel


çerçevesine girmektedir. Bu cüz'î mesele hakkında çogu


kimsenin özel bir tutumu vardır. Bunlar bunda ne var ki derler.


Bu olsa olsa bu Kur'ân-ı Kerim'in tazim edildiginin, tebcil


edildiginin dısa yansıtılmasından ibarettir. Biz de bunlara dogru


söylüyorsunuz diyoruz. Gerçekten bu davranısta sadece Kur'ânı


Kerim'in tazim ve tebcili sözkonusudur. Fakat acaba tazim ve


tebcil ilk nesil olan Allah Rasûlünün ashabının farkına


varmadıkları bir husus muydu? Ondan sonra gelenler ve


onlardan sonra gelenler (tabîin ve etbau't-tabîin) bunun


farkında degiller miydi? Süphesiz cevab selef alimlerinin


dedikleri sekilde: Eger bu is bir hayır olsaydı elbette onlar


bizden önce bu isi yaparlardı seklindedir.


Bu bir husus, digeri de sudur: Acaba herhangi bir seyin


öpülmesinde esas olan hüküm caiz olusu mudur? Yoksa aslolan


onun men edilmesi yani yasaklanması mıdır?


ste burada Buhari ve Müslim'in sahihlerinde


kaydettikleri hadisi zikretmek kaçınılmaz oluyor. Böylece ögüt


almak isteyen ögüt alsın ve günümüz müslümanlarının salih


seleflerinden, onların fıkıhlarından ve onların karsı karsıya


kaldıkları meseleleri nasıl ele alıp çözümlediklerinden ne kadar


uzakta oldugunu anlayabilsin.


1 Sahihu't-Tergib ve't-Terhib, I/92/34


2 Salatu't-Teravih, s.75


23


Sözü geçen hadis sudur: Abis b. Rabia dedi ki: Ben


Ömer b. el-Hattab'ı (r.a) Hacer-i Esved'i öperken ve bu arada


söyle derken gördüm: "Ben senin gerçekten fayda veremeyen,


zarar veremeyen bir tas oldugunu çok iyi biliyorum. Eger


Rasûlullah (s.a)'ın seni öptügünü görmemis olsaydım. Ben de


seni öpmezdim."(3)


Peki Ömeru'l-Faruk'un söyledigi: Eger ben Rasûlullah


(s.a)'ı seni öperken görmemis olsaydım, ben de seni öpmezdim


sözünün anlamı nedir?


O halde Ömer Hacer-i Esved'i öperken sahih hadiste de


belirtildigi üzere "Hacer-i Esved cennettendir"(4) buyruguna


ragmen acaba kendisinin uydurdugu bir felsefeye dayanarak mı


öpmüstü? Böylelikle soranın sorusunda oldugu gibi bu Allah'ın


kelamıdır ve biz onu öpüyoruz diye mi düsünmüstü. Acaba


Ömer iste bu tas takva sahiblerine vaadolunan cennetin


eserlerinden birisidir. Bu sebebten ben de onu öpüyorum. Bu


hususta onu öpmenin mesruiyetini bana açıklaması için


Rasûlullah (s.a)'dan gelme bir nassa da ihtiyacın yoktur mu


demisti. Yoksa bazı kimselerin söylemek istedigi gibi bu cüz'î


meselede bile bizim kendisine davet ettigimiz ve felsefi mantık


adını verdigimiz mantıkla mı hareket ediyordu. Bu mantık ise


Rasûlullah (s.a)'a ve kıyamet gününe kadar onun sünnetini


izleyenlerin sünnetine tabi olmakta ihlasla davranmaktır. ste


Ömer'in konumu tavrı da buydu. O: Ben Rasûlullah (s.a)'ı seni


öperken görmemis olsaydım, seni öpmezdim diyordu.


O halde bu gibi öpmelerde aslolan bizlerin bu hususta


uygulana gelmis bir sünnete göre hareket etmemizdir. Az önce


isaret ettigimiz gibi islere kendimiz bu güzel bir seydir, bunda


ne var ki diye hüküm vermeye kalkısmamalıyız. Hep beraber


Zeyd b. Sabit'in tavrını hatırlayalım. Nasıl Ebu Bekir ve


Ömer'in kendisine Kur'ân'ı kaybolmaktan korumak üzere


3 Sahihu't-Tergib ve't-Terhib, I/94/41


4 Sahihu'l-Cami, 3174


24


Kur'ân'ı toplama teklifine karsı nasıl tavır takınmıstı, o söyle


demisti: Rasûlullah (s.a)'ın yapmadıgı bir isi nasıl yaparsınız?


Bugün müslümanlar kesinlikle dinlerinde böyle bir


fıkha (böyle bir titiz anlayısa) sahib degildirler.


Mushafı öpen kimseye: Rasûlullah (s.a)'ın yapmadıgı bir


isi nasıl yaparsın? diye söylenecek olursa o size gerçekten


hayret verici pek çok cevab verecektir. Bunlardan birisi


kardesim bunda ne var ki cevabıdır. Bununla biz Kur'ân' tazim


ediyoruz. Ona söyle cevab veririz: Kardesim buna karsılık sana


söyle sorulur: Acaba Rasûlullah (s.a)'ın kendisi Kur'ân-ı


Kerim'i tazim etmiyor muydu? Süphesiz o da Kur'ân'ı tazim


ediyordu. Bununla birlikte onu öpmedi yahut söyle derler: Sen


bizim Kur'ân'ı öpmemize nasıl tepki gösterirsin? ste sen de


arabaya biniyorsun, uçakla yolculuk yapıyorsun. Bunlar da


bid'at türünden seylerdir. ste bu duydugunuza karsı söyle


cevab verilir: Dalaletin kendisi olan bid'at ancak din ile alakalı


olan hususlardakiler içindir.


Dünya ile ilgili olanlara gelince bu yeni çıkan seyler


caiz olabilir, haram olabilir fakat böyle bir sey açıkça bilinen


bir husustur. Ayrıca bunun örneklendirilmesine de gerek


yoktur.


Haccetmek üzere Allah'ın Beyt-i Haram'ına yolculuga


çıkıp uçaga binen bir kimsenin bu davranısı süphesiz ki caizdir.


Uçaga batıya gidip orayı ziyaret etmek üzere yolculuk yapan


bir kimsenin bu yolculugu ise süphesiz ki bir masiyettir.


Bir kimseye niçin bu isi yapıyorsun diye sorulan


taabbudî hususlara gelince ona da: Allah'a yakınlasmak için


diye cevab verilir.


Buna göre diyoruz ki: Sanı yüce Allah'a ancak tesrî


ettigi hususlar ile yaklasmak imkanı vardır fakat burada ben bir


hususu hatırlatmak istiyorum. Kanaatimce bu: "Herbir bid'at bir


sapıklıktır" kaidesinin temellendirilmesi ve güçlendirilmesi için


oldukça önemlidir. Kesinlikle bu gibi hususlarda aklın o isleri


güzel görmesinin hiçbir müdahalesi yoktur.


25


Seleften birisi söyle diyor: Bir bid'at ortaya çıktı mı


mutlaka bir sünnet öldürülmüs olur.


Ben bu gerçegi sonradan ortaya çıkmıs olan isleri iyice


izledigimden ötürü bu sonradan ortaya çıkan hususların


Rasûlullah (s.a)'ın getirdiklerine çogu zaman nasıl muhalefet


ettigini arastırdıgımdan ötürü bu gerçegi elle tutulurcasına


hissediyorum.


Gerçekten ilim ve fazilet ehli olan bir kimse okumak


üzere bir mushafı eline aldıgı vakit onu öptüklerini


görmezsiniz. Bunlar onda olanların geregince amel ederler.


Duygularını dizginleyecek hiçbir ilkeleri olmayan avâma


gelince onlar bu iste ne var derler ve Kur'ân geregince amel de


etmezler.


O bakımdan biz de diyoruz ki: Bir bid'at ortaya çıkarıldı


mı mutlaka bir sünnet öldürülür.


Bu bid'atin bir benzeri bir diger bid'atte sudur: Hala


kalblerinde bir iman kalıntısı olan fasıkların bile müezzinin


ezanını duyduklarında hemen ayaga kalkarlar. Niye ayaga


kalkıyorsunuz diye onlara sorarsanız yüce Allah'ı tazim için


derler fakat mescide gitmezler. Tavla, satranç ve benzeri


oyunlarına devam ederler. Bununla birlikte onlar bu sekilde


ayaga kalkmakla Rabbimizi tazim ettiklerini sanıyorlar. Böyle


bir ayaga kalkıs nereden gelmistir. Elbette bu konuda


uydurulmus ve aslı astarı olmayan bir hadise dayanılarak


yapılmaktadır. O da: "Ezanı duydugunuzda ayaga kalkınız."


anlamındaki uydurma rivayettir.(5)


Bu hadisin aslı yoktur fakat bazı zayıf ve uydurmacı


raviler tarafından tahrif edilmistir. Bunlar "deyiniz" (demek


olan kûlu) yerine "kalkınız" (demek olan kûmu)


deyivermislerdir. Böylelikle sahih olan: "Ezanı duydugunuzda


(müezzinin) dedigi gibi deyiniz, sonra bana salat getiriniz..."(6)


5 Silsiletu'l-Ahadiysi'd-Daifa, 711


6 Müslim, 384


26


Hadis kısaltılmıs olmakta (ve degistirilmis olmakta)dır. Simdi


seytanın insana bir bid'ati nasıl süslü gösterdigine ve o kimseyi


Allah'ın siarlarını tazim eden bir mümin olduguna nasıl ikna


ettigine bakınız. Buna delil de güya mushafı alıp öpmek, ezanı


duydugu vakit ayaga kalkmakmıs.


Peki bu kimse Kur'ân geregince amel ediyor mu? Hayır,


Kur'ân geregince amel etmiyor. Mesela namaz kılmaz fakat


haram yemiyor mu, faiz yemiyor mu, faiz vermiyor mu,


insanlar arasından Allah'a kendileri sebebiyle isyanın arttıgı


araçları yaygınlastırmıyor mu? Acaba, acaba... Ardı arkası


gelmez sorular. ste bundan dolayı bizler Allah'ın bizim için


tesrî buyurmus oldugu itaat ve ibadetlerin sınırını asmayız.


Onlara bir tek harf dahi ilave etmeyiz. Çünkü durum


Peygamber efendimizin buyurdugu gibidir: "Allah'ın size


emrettigi her ne varsa mutlaka ben de onu size emretmisimdir,


ondan geriye hiçbir sey bırakmamısımdır."(7)


Senin bu yaptıgın is ile sen Allah'a mı yakınlasmak


istiyorsun. Eger bunun cevabı evet ise o vakit bu hususta


Rasûlullah (s.a)'dan bize bir nass getir.


Cevab: Hayır böyle bir nass yoktur. O halde bu bir


bid'attir ve herbir bid'at sapıklıktır, her sapıklıkta atestedir.


Hiç kimse böyle bir seyi olmayacak (müskil) bir husus


olarak görerek: Bu mesele bu kadar basit iken yine de dalalet


olabilir mi ve bu isi yapan cehennemde mi olacaktır diye


sormasın.


ste bu mesele hakkında mam Satıbî su cevabı


vermistir: "Herbir bid'at ne kadar küçük olsa dahi yine de


sapıklıktır." Onun sapıklık oldugu hususunda bu hüküm


verilirken bid'atin bizatihi kendisine bakılmaz. Aksine bu


hüküm verilirken bid'atin mevzu bahis oldugu yere bakılır. Bu


yer neresidir? Bu yer eksiksiz ve mükemmel slam seriatidir.


Hiç kimse küçük ya da büyük bir bid'at ile bir eksikligi


7 Silsiletu'l-Ahadiysi's-Sahiha, 1803



Son G?nderiler

MÜSLÜMAN BİR VAZİDEN ...

MÜSLÜMAN BİR VAZİDEN HIRİSTİYAN BİR KİŞİYE MESAJ

ALTI GÜN ŞEVAL orucun ...

ALTI GÜN ŞEVAL orucunun fazileti

HİZİPÇİLİK VE ALLAH’A ...

HİZİPÇİLİK VE ALLAH’A DAVETTE OLUMSUZ ETKİLERİ...

KURAN-I KERİM'DEN FAY ...

KURAN-I KERİM'DEN FAYDALANMANIN ŞARTLARI