ALLAH TEÂLÂ'NIN HÜKÜMLERİ
Davasıyla, Allah Teâlâ ve Elçisi Muhammed -sallallahu aleyhi ve
sellem-'in dışındaki bir merciye giderek muhâkeme olan kimse, inkar ve
reddetmekle emrolunduğu tağuta müracaat etmiş olur.
Kişi, hâkimiyet hakkını, sadece Allah Teâlâ'ya vermediği sürece
tâğutu inkar etmiş olmaz.
Hakimiyet iki çeşittir:
Birincisi: Kâinatla alakalı olan ve kaderle temsil edilen hâkimiyet.
İkincisi: Dînî olup emretme yetkisiyle ortaya çıkan hâkimiyettir.
Şeyhül-İslâm'ın, "Menâzilüs-Sâirîn" isimli kitabında kalp zenginliğinin
şartı olarak zikrettiği ise; kevni ve kaderi olan hâkimiyettir. İşte burada
onların mücmel bıraktıkları "Allah'ın hükmüne teslim olup boyun eğmek"
şartını biraz açıklamamız gerekmektedir.
Allah Teâlâ'nın hükümleri üç kısımdır.
Birincisi: Dînî ve şer'î olan hükümleridir.
İşte bu hükümlerin teslimiyetle alınması, münakaşa edilmemesi ve
katıksız bir şekilde bunlara itaat edilmesi gerekir ki, katıksız ubudiyetin
teslimiyeti işte budur.
Artık zevkinden dolayı, cezbesinden dolayı, siyasetten dolayı, kıyas
ve taklitten dolayı bunlara muhalefet etmemeli ve bunlara muhalefet
etmek için çeşitli yollar aramamalıdır. Fakat bunlara boyun eğmeli,
teslim olmalı ve inanıp kabul etmelidir.
Kul, bu teslimiyetle Allah Teâlâ'nın hükümlerini tasdik edip ikrar
ettikten sonra onları kastetmesi, uygulaması ve onlarla amel etmesi
şeklinde bir kulluk şekli daha onun önüne çıkıveriyor.
Bunu da yaptıktan sonra kulun, Allah Teâlâ'nın hükümlerine îmân
edip ikrar etmesine muarız bir şüphesi olmadığı gibi, O'nun hükümlerini
uygulamasına karşı duracak bir şehveti ve dünyevi arzusu da kalmaz.
İşte emre muarız olan şehvetten ve hakka karşı olan şüphelerden
arınmış bulunan sağlam kalbin hakikati budur.
Şehvetlerine uyan kimselerin yaptığı gibi, kendi dünyevi payından
ölçüsüzce faydalanmaz ve yine şehevi arzularına uyanlar gibi batıla
dalmaz. Bilakis dünyevi payından faydalanması Allah Teâlâ'nın emri
çerçevesinde olur. Ma'rifetûllah'a dalar.
2
Böylece Allah Teâlâ'yı tanıyarak, O'nu severek, emirlerini bilerek ve
râzı olacağı şeyleri yapmayı kastederek Allah Teâlâ'ya sığınır ve
mutmain olur. İşte dînî hükmün hakkı budur.
İkincisi: Kevnî ve kaderi olan hükümleridir ki; kulun bunlarda kesbi,
ihtiyarı ve irâdesi söz konusu olabilir ve kul bunlarla hükmettiği zaman
Allah Teâlâ kendisine kızar ve kendisini yerer. İşte bu şekildeki hükümlerin
hakkı; kulun onlara teslim olmaması ve mümkün olan her yolla onları
defetmesidir.
Bu şekilde hakkın hükmünü yine hakk için hakla defetmiş olur.
Nitekim kendi döneminde âriflerin şeyhi olan Abdülkadir el-Geylani
şöyle diyor:
"İnsanlar kaza ve kaderle alakalı bir hususa girdikleri zaman
dururlar. Benim için ise bir pencere açıldı ve ben hakkın hükümlerine,
yine hakkın hükümleriyle hakk için karşı koydum.Gerçek ârif olan
kimse, kadere karşı teslim olup oturmaz. Bilakis kadere (yine kaderle)
karşı koyar."
Şayet bu sözü anlamakta güçlük çekiyorsan; Ömer b. el-Hattab'ın,
tâundan kaçtığı zaman tenkit edilip kendisine:
"Sen Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" denildiğinde söylediği şu
sözünü iyice düşün:
"Biz Allah'ın kaderinden yine O'nun kaderine kaçıyoruz."1
Bu olmadan dünyada yaşaması ve maslahatlarını temin etmesi
mümkün olmayan birisi şimdi nasıl olurda kalkıp bunu inkar edebilir?
Örnek olarak kendisine açlık, susuzluk ve soğukluk gibi kaderle olan
şeyler isâbet ettiğinde; o bu kadere karşı koyar ve ona boyun eğip itaat
etmez. Bilakis onu; yemek, içmek ve giyinmek gibi başka bir kaderle
defeder. Bu durum da O, Allah'ın bir kaderini yine Allah'ın başka bir
kaderiyle defetmiş olur. Yine onun evine bir yangının isâbet etmesi de
Allah'ın kaderiyledir. O halde o, niye bu kaderi teslim olmak ve boyun
eğmekle karşılamıyor? Bilakis bu yangını su, toprak ve benzeri şeylerle
söndürüp Allah'ın bir kaderini diğer bir kaderiyle defeder ve böyle
yapmakla da Allah'ın kaderinden çıkmış olmaz.
Aynı şekilde Allah'ın takdiriyle kendisine bir hastalık isâbet ettiğinde;
o, hastalığı giderici ilaçlar kullanmak suretiyle yine bir takdir-i ilâhi ile onu
defeder.
1 Buhârî; feth,10,155; Müslim, 2219
3
Bu kevni ve kaderi hükmün hakkı; kulun mümkün olan her yolla
ona karşı koyup onu defetmeye çalışmasıdır. Şayet bu hüküm ona galip
gelip onu baskısı altına alırsa; bu durumda kul, Allah'ın onu gidermek
için varettiği sebeplere başvurarak onun neticelerini ve gereklerini
gidermeye çalışır. Böylelikle takdiri takdirle, hükmü hükümle gidermiş
olur.Zaten kul böyle davranmakla emrolunmuştur. İşte şeriatın ve
kaderin hakikati budur.
Bu konuda basiret sahibi olmayan ve bunun hakkını vermeyen
kimse; ister istemez ya şeriatı, ya da kaderi iptal edip işlevsiz bırakır.
Şayet bir İslam düşmanı kendisine saldırırsa; bu da Allah'ın takdiriyle
olmuş olur ve her müslümanın Allah'ın sevdiği bir kader olan eli ve diliyle
cihat ederek bu takdiri defetmesi vacib olur. Fakat eğer kul, o takdiri
defetmek için elinden gelen her şeyi yapar; ancak iş kendi
kontrolünden çıkarsa o zaman şu gelecek kısımdan olur:
Üçüncüsü: Kevni ve kaderi hükümdür ki; kulun hiçbir irâdesi ve
ihtiyarı olmadan kulun başına gelen ve kulun ona karşı koyup defetmesi
için elinde hiçbir imkan bulunmayan türden hükümlerdir.
İşte bu hükümlerin hakkı; boyun eğip teslim olmak ve karşı
çıkmamakla karşılanmalarıdır. Bunların karşısında kul, cenaze yıkayan
kimsenin önündeki ölü gibidir. Veya denizin dalgaları arasında gemisi
kırılan, dağılan ve yüzmekten de âciz olup kendisini kurtuluşa
kavuşturacak hiçbir vasıtası olmayan kimse gibidir. İşte böyle bir
durumda teslim olup boyun eğmek doğru olabilir.
Böyle bir kimse, teslim olup boyun eğmekle beraber başka kulluk
şekilleriyle ibâdet yapar ki; o da: Hâkim-i Mutlak'ın hükmünde aziz
olduğuna, yargısında âdil olduğuna, bu olayın kendi başına
gelmesinde bir hikmeti bulunduğuna, kendisine isâbet eden şeyin
kendisini şaşmayacağı ve kendisine isâbet etmeyecek olan şeylerin de
başına gelmeyeceğine ve yaratıklar varedilmeden önce bunun kitapta
yazılı olduğuna şahitlik etmesidir. Her kulun karşılaşacağı her şeye dâir
kalem kurumuştur.Başına gelen bu kabilden şeylere râzı olandan râzı
olunur; bunlara kızana ise kızılır.
Yine kader gereği başına gelen bu olayın, "el-Hâkim" isminin ve
Allah Teâlâ'nın hikmet sıfatının gerektirdiği bir hikmetten dolayı başına
geldiğine, Allah Teâlâ'nın adâletinin, hikmetinin, izzetinin, ilminin ve âdil
olan hâkimiyetinin bunu gerektirdiğine şâhit olmasıdır.
Bunların hepsi Allah Teâlâ'nın güzel isimleri ve yüce sıfatlarının
gereğidir. Bütün fiil ve emirlerinden dolayı Allah'a hamd edilmesi
4
gerektiği gibi bunlardan dolayı da en mükemmel övgüler Allah
Teâlâ'ya mahsustur.
Şayet bunlardan dolayı kul yerilmeye lâyık görülse; Rabb Teâlâ'nın
hakkı yine övülmek ve methedilmek olur. Çünkü bunlar; Allah Teâlâ'nın
kemâlinin, güzel isimleri ve yüce sıfatlarının gereği olarak ortaya çıkarlar.
Ve yine bunlar; kulun noksanlığı, cehâleti, zulmü ve kusurunun gereğidir.
İşte bu bölümde hem kulun payı, hem de Rabbin payı vardır:
Rabbin payı; nimet vermek, hamd edilmek, lutûfta bulunmak ve
güzel övgülere mazhar olmaktır.
Kulun payı ise; yerilmek, azarlanmak, kötü davranmış olmak ve
cezalandırılmaktır.
Bu makam dört âyetle açıklık kazanmaktadır.
Birincisi: Allah Teâlâ'nın şu sözüdür:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, (yine) sana gelen her kötülük de
kendindendir."1
İkincisi: Allah Teâlâ'nın şu sözüdür:
"(Bedir savaşında kâfirlerin başına musibetin) iki katını getirdiğiniz
halde (Uhud savaşında) size bir (kat) musibet gelince mi?" (peygamber
bizimle beraber ve biz de müslüman olduğumuz halde) bu nereden
geldi?" dediniz.De ki:O (belâ), kendi tarafınızdan (ve peygambere itaat
etmeyişinizden)dir.Şüphe yok ki Allah, her şeye kâdirdir." 2
Üçüncüsü: Allah Teâlâ'nın şu sözüdür:
[ [سورةالشورى الآية: ٣٠
"Size isâbet eden herhangi bir musibet kendi ellerinizin kazandığı
yüzündendir. (O,) yine de çoğunu affeder." 3
Dördüncüsü: Allah Teâlâ'nın şu sözüdür:
1 Nisâ Sûresi: 79
2 Âl-i İmrân Sûresi: 165
3 Şûrâ Sûresi: 30
5
¢¡~} |{ z yxwvu t [
"..Doğrusu biz insana, tarafımızdan bir rahmet (bir refah)
tattırdığımız zaman onunla sevinir. Eğer ellerinin (işleyip) öne sürdüğü
(kötü) şeylerden dolayı kendilerine bir kötülük isâbet ederse, artık
hemen o insan (önceki nimeti unutan) bir nankör olur." 1
Kim, bu dört âyeti üçüncü kısımdaki kevnî ve kaderi hükümlere
göre bilip algılar ve kasdetme, tevbe ve istiğfar yönlerinden bunların
gereklerini yerine getirirse; o, bu hükümler hususunda da Allah Teâlâ'ya
olan kulluğunu ifâ etmiş olur.
Yardımı umulan ve kendisine dayanılan sadece Allah Teâlâ'dır.
1 Şûrâ Sûresi: 48